Teşhis Yanlış, Kimse Kimseyi Suçlamasın.

Yıllardır Sigorta Sektöründe “rekabet nedeniyle fiyatların düştüğünü ve sigorta şirketlerinin kar edemedikleri” söylemini dinleriz.

Oysa daha önce bazı yazılarımda da dile getirdiğim üzere kar edilememesinin nedeni  rekabet  değildir.

Bence karsızlığın nedeni: Daha kolay olduğu için ağırlıklı olarak, “Ticari ve Kurumsal müşteriler portföyüne hizmet verilmesinin bir sonucudur.” Sınırlı sayıda müşterinin yer aldığı bu pazardan pay kapma yarışıdır.

Oysa Bireysel ve KOBİ ler den oluşan devasa bir Pazar yeterince işlenmemiş olarak kenarda bekler. Kasko sahibi müşterilerin, araç sahiplerine oranının %30 lar da olması bunun en büyük kanıtıdır. Ya da konut sigortasının penetrasyon oranının %12 ler de kalması.


Peki bu süreçte aracılar (Acenteler, Brokerlar, Bankalar vb.) ne yapıyor? Sürecin neresinde?  Hiç olmazsa onlar kar ediyorlar mı?

Göründüğü kadarı ile büyük kısmı için cevabım” hayır.”

Çünkü, şirketlerin ticari ve kurumsal müşterilere dönük fiyatlama politikasında, yasal nedenlerle geldikleri son fiyat noktasında; aracı firmalarda komisyonlarından feragat ederek işin başka aracılara gitmesini engellemeye çalışırken, zaman içerisinde gelirleri, giderlerini karşılamaz hale geliyor.

İstisnaları var mı? Evet.

Müşteri ile bağlılığı, fiyat dışı ve daha kuvvetli bağlarla devam eden aracılar ŞİMDİLİK bu etkinin dışında.

Bireysel ve KOBİ müşterilerine dönük satış gerçekleştiren aracılar da, eğer belirli bir ölçeğe ulaştılarsa bu olumsuz gelişmelerin dışında.

Kısaca mevcut portföy yapısı devam ettikçe Önce şirketler, sonra aracılar zarar ediyorlar. Karsızlık nedeniyle yeterince gelişemeyen sigorta hizmetleri nedeniyle de bundan aslında nihai hizmet verilen müşteriler de zarar görüyorlar.

Benim düşüncem; sıkıntının gerçek kaynağı teşhis edilmedikçe, bu karsızlık probleminde taraflar diğer sektör oyuncularını suçlu göstermeye devam edecekler.

Müşterileriniz ile Din ve Siyaset Konuşmayın

Bankacılıkta çalışmaya ilk başladığım günlerde, 2 günlük oryantasyon çalışmasında bizlere, sıkı sıkı tembih edilen konulardan birisi, “Müşterilerinizle din ve siyaset konuşmayın” dı.

Sonrasında geçen 20 yıllık dönemde bu prensibe uymanın önemini, pek çok kez yaşadım.

İnsanların inançları ve siyasi düşünceleri, sizin bu konulardaki görüşlerinizden farklı olabilir ve bu farklılık profesyonel iş ilişkinizi yıpratabilir.

Kimin hangi derecede hangi siyasi görüş veya dini inanca sahip olduğunu asla bilemezsiniz.

Yıllar önce eğitim için gittiğim yurt dışı gezisinde de, o ülkeden bir ailenin yanında kaldım.

Çok masum başlayan konuk/misafir sohbetinde, sorular gerek çalıştığım şirket ve gerekse Türkiye ye ilişkin o denli derinlere gitmeye başladı ki, konunun sadece masum sohbet değil, Şirketim ve Türkiye ile ilgili bilgi edinmeye dönük bir çalışma olduğu fikrine ulaştım ve sohbeti kestim.

Acaba çok mu “kuşkucuyum” diye düşünürken. Rahatsızlığımı ilettiğim, bir başka ülke vatandaşı da bir önceki sene aynı duygulara kapıldığını bana anlattı.

Buradan da şunu çıkarttım ki; bu tür masum kurs ev sahiplikleri de Ülkeniz ve Şirketiniz ile ilgili bilgi toplama mecraları olabilir.

ÜRGÜP

Çocukluğumda yaz aylarını memleketimiz, Ürgüp te geçirirdik.

İlçenin bir kısmı muhacir, diğer kısmı ise yerlilerin yerleşiminde idi ve sınırlar fiziki olmasa da belirgindi.

Babası muhacir, annesi yerli bir çocuk olarak, o mahalleden bu mahalleye gün içerisinde, biraz da tedirgin, gider gelirdim. Bir muhacir ile bir yerli evliliği benim aileme kadar çok sık karşılaşılan bir durum değilmiş.

Muhacirlerin ayrı bir dili, ayrı mahallesi, ayrı kahvehanesi, düğünlerde ayrı kutlama gelenekleri  vardı. Dilin tam olarak ne olduğunu sorarsanız en çok Makedonca’ya yakın.

1924 yılında Dedem ve babaannem 14, 7 yaşlarında iken, Yunanistan’ın Makedonya ve Arnavutluk sınırındaki “Kostaria” ilçesinin “Kesriye” köyünden Ürgüp e göç etmişler. Seyahat ogünün şartları ile neredeyse bir yılda tamamlanmış. (2009 yılında 3 kuşak birlikte araba ile geldiğimiz yerlere gittik, İstanbul’dan yaklaşık 7 saat.)

Mübadelede  Yunanistan a giden rumların boşalttıkları evlere yerleştirilmişler ve Devlet aile başına arazi vermiş. Geldikleri yerlerdeki gibi tarımcılık, uygulamalarını Ürgüp te de devam ettirmişler.

Zaman içerisinde yerel insanlar ile muhacirler kaynaştı. Muhacir dili sadece yaşlılarca kullanılır oldu. 2.  nesil anlıyor ama konuşmuyor. Benim gibi 3.  nesil ise ne anlıyor, ne konuşabiliyor.

Yaklaşık 14.000 nüfuslu Ürgüp, kozmopolit  nüfus yapısı ve güzel taş ev mimarisi ile olağanüstü Doğal kaya oluşumları ve turizmin de etkileriyle; Kapodakya Bölgesinin  merkezidir.

Ürgüp evleri ya yöresel taş evdir ya da dış cepheleri bu taşlarla kaplamadır. Belediyelerin  yaptığı en güzel çalışmalardan bir tanesi bu yeknesaklığı korumuş olmaktır.

Havası kurudur. Gündüz ile gece arasında sıcaklık farkı çok yüksektir.

Son 10-15 yıl içinde  gelişen, Balonculuk sektörü sayesinde sabahın erken saatlerinde, gökyüzünü rengarenk balonlar kaplar. Balonculuğun doğa ile bu kadar yakışabileceği başka bir coğrafya bilmiyorum.

 

 

Başlangıçta; sıradan,  kişiliği olmayan çok katlı otel inşaatları ilçe içerisinde bir bölge de yoğunlaşmaya başlamışken, eski Rum evlerinin restorasyonu ile ortaya çıkan Butik otelcilik kısa sürede yaygınlaştı. Aynı balonculuk gibi, butik otelcilik de Ürgüp e çok yakışır.

Dünya da ölmeden önce görülmesi gereken 1001 otelden bir tanesi de (Yunak Evleri) Ürgüp’te. Bence sayıları artık bir ile de sınırlı değil.

Erozyon ve rüzgar ile şekillenmiş, Volkanik kaya oluşumları ile ve bu oluşumların tarihin belirli dönemlerinde işlenerek pek çok kültüre ev sahipliği yapmasının bıraktığı, yeraltı ve kaya içi yerleşim yerleri ile, hayatta 1 kez mutlaka görülmesi gereken ayrı bir gezegen.

Ziyaret için en güzel aylar bence Mayıs ve Eylül aylarıdır.

Teknik Zarar Yazan Branşlarda Büyüme

Haziran 2011 dönemi sigorta sektörü Teknik Kar/Zarar sonuçları açıklandı. Hayat Dışı Prim Üretimi Brüt 7.370.723.490.- TL’ne ulaşmışken, Hayat Dışı Teknik Zarar rakamı -9.905.581.- TL ve Teknik Zarar/Prim rakamı %0.13 gerçekleşti.

Sektörün son yıllarda zarar yaratan ve toplam primin %58 ini oluşturan, kasko, trafik ve sağlık branşlarındaki yazılan prim 4.301.354.052.- TL’ne ulaştı.

Teknik sonuçlar ise şu şekilde gerçekleşti.

Branş Teknik Zarar Teknik Zarar/Prim
Kasko: (-) 72.566.189.- TL % 3.92
Trafik: (-) 204.511.153.-TL % 15.44
Sağlık: (-) 45.906.271.- TL % 4.07

Toplam: (-) 322.983.613.-TL % 4.43

Almanya da 2003 yılında %130 larda gerçekleşen Trafik Hasar/Prim oranı 7 sene içerisinde %73 lere inmişti. Bu pozitif gelişmede topyekün iyileşmelerin etkisi olmuştu.

Karayollarında gerekli tedbirlerin alınması, trafik kontrollerinin sıkılaştırılması, yollara kamera sistemlerinin yerleştirilmesi, araç üreticilerinin araçlarda yaptıkları değişiklikler ve sigorta şirketlerinin fiyatlama politikalarındaki iyileşmeler.

Türkiye de de gelişmenin bu yönde olmaya başladığı izlenebiliyor. Kamera sistemleri, daha iyi yol standartları, kamera sistemleri, daha sık kontrol gibi.

Bu gelişimin son örneklerinden birisi de: 9.9.2011 tarihli ve 28049 nolu Resmi Gazetede yayınlanan Yenilenen Karayolları Trafik Yönetmeliği.

Zaman içerisinde Trafik branşında teknik sonuçların pozitife dönmesini bekleyen şirketler de, penetrasyonu en yüksek branşlardan bir tanesi olan Trafik te, sonuçlar zarar gösterse bile üretimlerini artırmak ve daha fazla müşteriye ulaşmak için çabalarını sürdürüyorlar.

Döviz Pozisyonlarının Dengelenmesi

Sigorta Sektöründe; reasürans anlaşmaları genellikle EUR cinsinden yapılırken, dövizli poliçeler ve bunlara ait oluşan/muallak hasarlar ise USD cinsinden gerçekleşmekte ve muhasebeleştirilmektedir.

Bu iki temel gelir-gider kalemi dışında ciddi rakam tutabilecek dövizli işlemler ise; IT Hardware ve Software projelerinden kaynaklanan rakamlar ile şirketin yabancı para mevduat ve birikimleri’nin pozisyonlarından oluşur.

Kurların hızlı ve ciddi dalgalandığı dönemlerde varlık ve yükümlülüklerdeki farklı kur dengeleri, sigorta şirketlerinin mali tablolarında artı-eksi dalgalanmalar oluşturmaktadır.

Türkiye’de reasürans anlaşmaları genellikle Avrupa kökenli şirketler aracılığı ile yapıldığından, kullanılan kur EUR dur.

Geçmişten gelen bir müşteri alışkanlığı olduğunu düşündüğüm nedenlerlede, dövizli poliçeler genellikle USD cinsinden düzenlenir. Doğal olarak bu poliçelere vuran hasarlar da USD endekslidir.

Şirketlerin mali tablolarının dengesini sağlamak, dalgalanmalardan ani ve beklenmedik şekilde etkilenmemeleri için, döviz pozisyonlarını sürekli olarak izlemeleri ve dövizli varlık ve yükümlülük tutarlarını belirli bir dengede tutmaları gerekir ki, bu yapılıyordur.

Benim önerim, Türkiye de ve Dünya da faaliyet gösteren en büyük reasürörlerin Avrupa kökenli olmalarından dolayı reasürans kurunun EUR cinsinden belirlenmesi uygulamasından vaz geçilemeyeceğine göre; Yabancı Para pozisyonunu aynı para cinsinden tutabilmek amacıyla, müşterilerin ikna edilerek yabancı para cinsinden poliçelerin de EUR cinsinden belirlenmesi hususunda; sektörün (hem şirketler, hem aracılar) birlikte hareket ederek, müşterileri ikna etmeleri yönündedir.

Aksi takdirde, böylesi global ekonomik dalgalanmalarda, 1 hafta önce 1 EUR = 1.44 USD paritesi 1 günde 1 EUR = 1.33 USD ne geldiğinde Mali Tablolardaki dalgalanmalardan kurtulunulamaz.

Ah Bir Motosikletim Olsa…

Çocukluğumun en büyük özgürlüğü bisiklet kullanmaktı. 11-12 yaşından itibaren bisikletlerimizle sadece mahallemizde gezmekle kalmazdık, şehir merkezine gider gelirdik.

2 tekerlekli bir aracın üstünde, karşıdan rüzgarı göğsüne alarak seyahat özlemim, belki o günlerden kaldı. 2002 yılında bir Motosiklet mağazasının önünden geçerken ilk motosikletimi beğenip, o anda aldım .

O, beni mağazada beklerken ben sürücü kursuna gidip, 1 aylık dönem sonunda A2 ehliyetimi aldım.

Ama bir hata yaptığımı ilk kullanımda anladım.

Çünkü; görüntüsünün cazibesine kapılıp aldığım şey bir motosiklet değil canavarmış:)) 230 kg ağırlığında idi, 1200 cc ve küçük bir araba çekiş gücünde idi.

İlk başlangıcı motoru küçük ve manevra kuvveti yüksek bir motor ile yapmak lazımmış. Yollara, motosiklet kullanmaya bununla alışmak ve sonra daha büyük bir motor almak lazımmış.

Canavarı, bir sene süresince çok sınırlı sayıda kullanabildim. Hele bir de önyargılarımız ve motosiklet mağazalarının aksesuar satma isteği biraraya gelince; hareket kabiliyetinizi sınırlayan kıyafetler ve azami koruyucu kask ta alınca, “Robokop motosiklet kullanmaya çalışıyor” görünümündeydim.

Sonra onu devrettim.

Aradan yıllar geçti. Bir kere kullanma isteği kanınıza girdi mi, gitmiyor bir türlü. Belki geçer diye bisiklet aldım. Yine şehir turlarıma başladım. Süper bir spor. Ve daha da güzeli, bisiklet için giyeceğiniz kıyafetler sayesinde, trafikteki araç sürücüleri bisiklet sürücülerine kesinlikle, motosiklete gösterdikleri saygıdan fazlasını gösteriyorlar.

Şimdi bir Vespa aldım.. Keyifli mi? evet. Eğlenceli mi? evet. Tehlikeli mi? Evet. Çünkü trafikte size bakıyorlar ama görmüyorlar…

Bundan 10 yıl önce trafikte gereksiz korna sesinden durulmazdı. Sonra anlayış değişti, gelişti. Eminim aynı şekilde trafikte motosiklet kullanıcıları ile birlikte yaşama alışkanlığı da gelişecek.

Roma caddelerinde sabah işe giden takım elbiseli kadınlar, erkekler motorları ile trafikte o kadar çoklar ve sevimliler ki… Umarım Türkiye de de kısa zamanda yayılır ve en azından Metro şebekeleri, faaliyete geçinceye kadar trafikte bir rahatlama yaratırlar.

Acaba, İstanbul da bu gelişimi destekleyecek altyapı çalışmaları yapılmalı mı? Örnek 2 yaka arasında sadece motosiklet geçişlerine uygun teknelerin çalışması gibi.
Ekonomik, pratik, sevimli…

Bireysel Sigortacılıkta Reklam ve İletişim

Sigorta Sektöründe profesyonel olarak çalıştığım dönemde, sektörün reklam ve iletişimde “kapalı devre” çalışmayı seçtiğini gördüm. Yani, daha çok sektör dergilerinde, sektör oyuncularına iletişim ve reklam faaliyetleri yürütülüyor. Ancak; senede bir veya iki dönem bazı sigorta şirketlerini, o da sınırlı bir bütçe ile genel medya mecralarında görebiliyorduk.

Özellikle Bireysel Müşterilere dönük sigorta faaliyetlerinin gelecekte gelişeceğini düşünürsek; reklam ve iletişim politikalarında da değişiklik yapma zamanı geliyor diyebiliriz.

Reklam ve iletişim bütçelerinin artırılması; sadece ilgili şirketlerin değil genel olarak sektörün itibarının artırılmasının yanı sıra, sigortacılığın sadece kötü örneklerle anılmaya dönük kırılgan algısını da kıracak, bir politika olur.

Sektörün kendi içinde kalacak yayınların yanı sıra, mutlaka nihai tüketiciye de ve daha fazla bütçeler ayırarak ulaşması gerekir.

Bireysel Sigortacılıkta başarı için, şirketlerin seslerini duyurması, ürünlerinin rekabet avantajlarını anlatmaları ve marka bilinirliğini daha fazla yükseltmeleri gerekecektir.

Bireysel iş kollarında başarılı diğer sektörlerin (telekomünikasyon ve bankacılık) yaptığı gibi.

Diyeceksiniz ki, biz de kar marjları düşük, bir de tanıtım ve iletişim bütçelerini artırırsak iyice zarar büyür.

Bu bir bakış açısı olmakla birlikte; bireysel iş kollarında faaliyet gösteren diğer sektörlerde de ciddi bir hacim yakalanıncaya kadar bireysel işlerde karlılık yakalanmıyordu. Örneğin: Bankacılık sektörü.

Sigortacılıkta da ölçek ekonomisinden hareketle elde edilebilecek karlılık bugünkü sınırlı portföyün, karsızlığından çok daha pozitif sonuçlar ortaya çıkaracaktır.

Doğru müşteriye, doğru ürünleri (ürünleri diyorum en az iki ürüne sahip müşteri sadık müşteri haline gelecektir), daha verimli dağıtım kanallarından, satarsak karlılık kısa zaman içerisinde artabilir. Yeter ki gerekli ölçeğe ulaşalım.

Örnek: Trafikteki araç sayısı hızla artıyor. Haziran 2011 sonunda 15.500.000 adedi geçen araç sayılarına ulaşıldı. Bu araçların kasko sigortasına sahip olma oranı %30 larda.

Aynı oran %60 lara çıksa ve prim ikiye katlanır, ölçek ekonomisinden düşünsek karlılığa pozitif etkisi olur. Üstelik, sigorta yaptırmayan müşteri grubunun hasar yapma riskinin, daha az olduğunu düşünürsek. (Yoksa nasıl alıyorlar bu riski?)

Çoğunluğu uluslararası sermaye yapısına sahip şirketlerin, iletişim ve tanıtım bütçelerini artırma taleplerini iyi anlattıklarında; ilave bütçe almamaları için çok ta neden yok. Bildiğim kadarı ile halen Türkiye de bu konuda yapılacak harcamalar yurt dışı uygulamaları yanında çok ufak kalıyor.

Tabi; cevaplanması gereken en önemli soru Müşteri kimin?

Çalışan Bağlılığını Artırıcı Öneriler

Şirketlerin iyi eleman bulması ve/veya yetiştirmesi zaman alan ve maliyetli süreçlerdir. İyi performans gösteren yetişmiş bir personelin Şirkete katma değeri yüksek olacaktır. Bunun tersine yetişmiş ve iyi performanslı elemanların kaybı ise;

-O ana kadar kendisine yapılan yatırım maliyeti,
-Performansı sayesinde Şirketin gelecekte ulaşacağı gelirlerden mahrumiyet,
-Rakip yanında çalışmasının getireceği rekabet dezavantajının yaratacağı maliyet,

gibi maliyetlere yol açmaktadır.

Şirketin genel ücret ve performans ödüllendirme sistemlerinin, bu elemanların Şirket bünyesinde tutulmalarında yetersiz kalmaları durumunda, devreye alınması gereken ve iyi elemanların şirkete bağlılıklarını devam ettirebilecek alternatif yöntemlerden bazıları şu şekilde sıralanabilir:

1-Uzun Süreli Performans Anlaşması
2-Kurum Katkılı Bireysel emeklilik Fonu
3-Şirket Hissesi Devri (Hemen veya belirli bir dönemin sonunda)

1-Uzun Süreli Performans Anlaşması

Karşılıklı olarak imzalanacak bir anlaşma ile Kilit Çalışanın senelik performansına bağlı olarak değiştirilecek bir skala ile; çalışana yıllık maaşının belirli bir oranının (Örnek: iyi performansa %30- Çok İyi performansa %50 si gibi) belirli bir süre sonunda ödenmesi.

Çalışanın performansı, anlaşmada belirlenen dönem içerisinde ve her ayrı sene performans notu ile somutlaştırılmalıdır.

Örnek: Anlaşma 5 yıllık yapıldı ise, çalışanın şirket bünyesinde bu sürenin sonuna kadar kalması karşılığında, her performans döneminde karşılıklı olarak fikslenecek performans ödemesi tutarının, yıl sonlarında yıllık gider olarak tahakkuk ettirilmesi ve 5. Yılın sonunda ödenmesi esasına dayanan bir sistemdir.

Bu tür bir anlaşma çalışanın hem Şirket içerisinde 5 yıl kalması yönünde ciddi bir çekicilik yaratmakta, hem de bu 5 yıllık dönemde daha fazla performans göstermesini sağlamaktadır.

2-Kurum Katkılı Bireysel emeklilik Fonu

Genellikle 3 yıllık bir dönem içerisinde geçerli olmak ve bu dönem içerisinde çalışanın Şirket bünyesinde kalması kaydı ile; Kurum katkısının personel lehine serbest bırakılacağı bir model uygulanarak, çalışana ilave değer verildiği yönünde sağlam bir mesaj gönderilebilir.

Bireysel Emeklilik Şirketleri ile görüşülerek kolaylıkla detaylandırılabilinir.

3-Şirket Hissesi Devri (Hemen veya belirli bir dönemin sonunda)

Çalışanlara yine performansa dayalı ve belirli bir süre şirket bünyesinde kalma garantisi karşılığında, hisse devir taahhüdü verilebilir.

Bu ödüllendirme sistemi ile çalışan sadece performansına değil, aynı zamanda bir sermayedar vizyonu ile hareket edecektir. Başka bir deyişle, işlerini yaparken günlük performansından da öte orta ve uzun vadede Şirket Değerini artırıcı hususlara da daha fazla odaklanacaktır

Hayatınızda “Keşke” Olmasın

Oldum olası benimsediğim en önemli kurallardan birisi Hayatımda “keşke” olmasındır. Bugüne kadar başardığımı da düşünüyorum.

Geçmiş, yaşanmış bitmiştir. Geleceğe dair umutlarımız, isteklerimiz vardır.

Gerçek olan sadece bugün, bu andır.

Belki orta yaşa gelince farkına daha çok varılıyor; Hayat uzun değil ve “sonraki hayatımda tekrar denerim seçeneğiniz yok.” En iyisi mevcut hayatınızda mutlu olmaya bakın.

Aklınız kadar ve belki de daha çok kalbinizi dinleyin diye öneririm.

Yaptığınız doğrusudur. Hata yapılmışsa da yapılmıştır.

Tüh, “keşke” ler yoktur.

Olmamalıdır.”

Bunları kendime hayat felsefesi edinmiştim. Bugün konuyla ilgili bir mail aldım.

Siz ne düşünürsünüz bilmem ama, bence hayat budur, bu olmalıdır.

Hindistan dan 4 kural


İlk kural :
” Karşına çıkan kişiler her kimse, doğru kişilerdir. Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretir.

İkinci kural :
“Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır. Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. “Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı” gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.”

Üçüncü kural :
” İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır. Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır.

Dördüncü kural:
“Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir.
Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğun bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.”

Hayatındaki her gün bir hediyedir, kıymetini bil.

Aynılaştık. Farklılık Arıyoruz…

Globalleşme, gelir seviyesinin artması, gelirin yaygınlaşması, ulaşımın kolaylaşması, eğitim standartlarının birbirine yaklaşması, moda ve trendlerin takibi ve medya (özellikle sosyal medya) sayesinde kendinizi herkes ile aynı hissediyor musunuz?

Ben bazen kendimi koca bir Dünya’nın içinde “herkesten biri” ve “çok standart” hissediyorum ve de bu duyguyu sevmiyorum.

Sanki artık mahallenin, kasabanın, şehrin değil, Dünya’nın ortak starları oldu.

“Bizim” kavramı milletleri de aştı, evrensel oldu.

Aynı anda “ben” duygusu daha küçük bir gruba aidiyetten, Dünya üzerinde yaşayan 7 milyar insandan birisi olma duygusuyla yer değiştirdi. “Payda daki” sayısal artış “Pay daki” duygunun içeriğini daha basitleştirdi.

Neden farklıyı arama çabamız arttı?

Neden kimsenin gitmediği tatil yerlerine gitme ihtiyacımız var?

Daha faklı görünme isteğimiz arttı?

Bir taraftan Global de Dünyanın bireyi olma hazzını yaşarken, bir taraftan da ben olmayı mı arıyoruz?

Artık, kimsenin bilmediği, gitmediği, yalnız kalınabilen, bir yer kaldı mı?

Senelerce Datça da, Mesudiye Köyüne gittik. Koca bir plajda denize giren 5 kişiden birisi olma duygusu bizi çekiyordu? Belki de, orada kendimizi özel hissediyorduk.

Şimdi kendinizi özel hissedebileceğiniz yer kaldı mı?

Bir gazetemizin haberine göre, Bayramda 5 milyon İstanbul’lu tatile gitmiş.

Sıradanlık duygusu ülke ile sınırlı değil.

ABD ve Avrupa da ki ekonomik krizi “bizselleştirmedik mi?

Avrupa da, Rusya da, ABD de gezerken, yediğiniz, içtiğiniz, giydiğiniz, alış-veriş yaptığınız yerler, sizlere aynı gelmiyor mu?

Çokuluslu şirketlerde çalışırken, dışardaki ve içerideki çalışanların çalışma tarzlarının, günlük kaygılarının, sevinçlerinin, neredeyse aynı olduğunun biliyor muydunuz?

Ben olmayı aramak için yönümüzü başka şeylere mi döndürmeliyiz?